ABD ve Avrupa’da yaşanan 2008 krizinden sonra sözde serbest piyasa koşullarına göre belirlenen ekonominin hiç de serbest olmadığını öğrendik mesela. Ya da piyasayı yöneten bir “gizli el”in hiç de gizli olmadığını gördük. Ülke yönetimleri zamanında kendilerine destek veren şirketlere batmamaları için gerekli her türlü yardımı yaptı, serbest piyasa şartlarına göre, batması gereken koca holdingler hatta daha küçük ama daha sağlam olan şirketlerin onların yerine geçmesi gerekirken devletler buna izin vermedi, gizli el somut iktidara dönüştü ve gerekli her türlü yardımı yaparak “yandaş” sermayelerini korudu. Serbest piyasa denen bu düzen böylelikle (zaten yalandı) sona erdi.
Mısır’da Sisi tarafından darbe yapıldığında, AB darbeye darbe diyemedi, dahası darbecilere destek oldu. İngiltere eski başbakanı Tony Blair Sisi’nin danışmanlığını bile yaptı. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin seçimlerde ciddi oy oranıyla iktidara geldiklerini hemen unutuverdiler, zaten Batı işine gelen bütün krallıkları desteklemişti şimdiye kadar. Bu olaydan sonra demokrasi putunu yemekten çekinmediler.
Suriye’de yaklaşık dört yıldır Esed tarafından devam eden katliamlarda her şekilde insan öldürüldü. Bomba, silah, işkence, kimyasallar ve aklımıza bile gelmeyen değişik şekillerde insanlar kıyıma uğradılar. Batı bu durum karşısında ne yaptı? Hiç. Koca bir hiç. İnsan Hakları denen putu akıllarına bile getirmediler.
Gezi olayları sırasında en çok konuşan Almanya ve ABD, ülkelerinde çıkan olaylar sonrasında çok fena çuvalladılar. Almanya, Hamburg’da çıkan olaylarda sokağa çıkma yasağı ilan etti. ABD, St. Louis kentinde siyahi bir gencin öldürülmesi sonucu çıkan olaylarda yine sokağa çıkma yasağı ilan etti. Her iki olayda da şiddet had safhaya ulaştı ama kimse insanların “gösteri” “ifade” ve diğer özgürlüklerinden bahsedemedi. Özgürlük putunu hiç düşünmeden yediler.
Mavi Marmara gemisinde İsrail tarafından 10 arkadaşımız şehit edildi, üzerinden yaklaşık 4,5 yıl geçti. Unutmuşsunuzdur belki, o günkü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan haklı olarak dünya kamuoyuna “hesap verecekler” diyerek büyük ses getirmişti. İlk kez İsrail’e böyle kafa tutan bir lider çıkmıştı, şahsen çok hoşuma gitmişti bu şekilde vatandaşlarını savunan, haklarını koruyan bir başbakanımızın olması. İsrail geç de olsa özür dilemek zorunda kaldı. Ancak içeride aynı sesi duyamıyoruz, Soma faciasından sonra, asansör faciasından sonra güçlü bir “hesap verecekler” sesi duymak istiyoruz. Acaba bu nidayı duymak için vatandaşlarımızı İsrail’in mi öldürmesi gerekiyor! 12 yıldır görevde olan bir partinin, bir muktedirin sorumluluk kabul etmemesi düşünülemez. Gerekli kanunları ve yönetmelikleri çıkarmak, gerekli denetimleri yapmak bizlere değil onlara düşen bir görevdir.
İsminde “Adalet” kavramını taşıyan bir parti öncelikli olarak adaleti sağlamakla mükelleftir. Kendi putunu yememek için bunu yapmak zorundadır. Hele hele “sorumluluk kabul etmeyiz” gibi bir durum düşünülemez. Her yeri geldiğinde Hz. Ömer adaletini savunan bir akıl, bırakın asansördeki işçileri dağdaki çoban için bile adalet arayışında olmalıdır.
Daha iyi anlaşılsın diye birde şöyle söyleyelim: “Ey iman edenler! Adalet ile hükmeden hâkimler ve Allah için (doğru söyleyen) şahitler olun. Şahitliğiniz kendi aleyhinize veya çocuklarınızın ve yakınlarınızın aleyhine olsa bile, zengin olsun fakir olsun doğru şahitlik edin. Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Adaletten sapmamak için heveslerinize uymayın. Eğer dilinizi eğip bükerseniz ve yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa-135)