Bu kez, basın tarihinin önemli dönüm noktalarından birine, pek dillendirilmeyen bir köşesine gideceğiz beraberce. Solcu ve aynı zamanda Karl Marks’ın arkadaşı olan gazeteci john Swinton’u anlatacağım size.
Swinton 1880’lerde New York Times’ta çalışıyor. Gazete zengin biri tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere onu kürsüye çağırıyorlar.
Swinton elinde kadehiyle kürsüye çıkıyor. Kısa süren bir sessizlikten sonra;
“Dünya tarihinin şu anına dek, Amerika’da ‘Özgür ve bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz biz de…” diye başlıyor sözlerine. Ve devam ediyor :
“Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın basılmayacağını önceden bilirsiniz, çünkü çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, tersine yazmamam için bir ücret ödüyor. İçinizde benzer biçimde benzer ücret alan başkaları da vardır.
Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan her hangi biri, sokakta başka bir iş arıyor olacaktır. Çalıştığım gazetenin her hangi bir sayısında düşüncelerimi apaçık yazmaya kalksaydım, 24 saat dolmadan işimden atılırdım.
Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, düpedüz yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de!
Öyleyse şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının (!) şerefine (!) kadeh kaldırmak’ saçmalığı da nereden çıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız.
Bizler ipleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız. Onlar ipleri çekiyorlar ve biz dans ediyoruz. Yeteneklerimiz, olanaklarımız ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı… Bizler entelektüel fahişeleriz.”
Toplantıyı şaşkın bakışlar arasında terk eden Swinton, Gazeteden de istifa edip kimseden para almaksızın ‘John Swinton’s Paper’ adlı tek yapraklı bir gazete çıkartmaya başlamış.
***
Swinton’un hikayesi böyle. Özgürlük heykeline sahip bir ülkede bir gazeteci böyle konuşuyorsa, hapishanedeki gazeteci sayısıyla rekor kıran, kuşatılması, zaptedilmesi, tekelleşmesi ve tek ses haline gelmesi büyük ölçüde tamamlanan bir medya ortamına sahip ülkemizde ne söylenebilir acaba?
Bunu okuyucularımıza bırakıyoruz. Ancak şunu söylemeden de edemiyoruz.
Her dönemde entellektüel fahişeler olduğu gibi, özgür ve bağımsız “Gazetecilik” ve “Haberciliği” meslek onuruna yakışır şekilde yapanlar da bulunur.
Biz de meslek onuruna yaraşır gazetecilik yapmaya çalışıyoruz. Korksak da, endişe duysak da doğru bildiğimizi yazacağız. Fısıltıyı bırakıp bağıracağız.
Çünkü, bağımsızlık ve tarafsızlık, insana güven verip, dik durmayı öğretiyor. Bu öğreti de özgürlük ve onur getiriyor.
Bugünlük de bu kadar!
Sağlıcakla Kalın, Akhisarsız Kalmayın!