Yörüklük hiçbir şeye boyun eğmemek, esarettense ölüme gülümsemek, yaradanın yarattığı fıtrat üzere bir yaşam sürmek demektir. Dünya malına kıymet vermemeyi, ölümle hayatın arasındaki ince çizginin sadece bir anlık nefesten ibaret olduğunu unutmamayı, bütün peygamberlerin ortak mesleği olan çobanlığı şeref saymayı kendine şiar edinmektir yörüklük.
Yörük ve yörüklük, haslık demektir bir bakıma. Has olmak kadar her şeyin hasına değer vermektir. Sadece bu değildir elbet, bir yörük; yediği/içtiği şeylerin has oluşuna dikkat ettiği kadar dostunun da has olmasını ister. Öyle yapaylık, iyi gün dostluğu, brütüslüğü filan bilmez bir yörük. Günümüzde pek kıymet-i harbiyesi kalmasa da tam dost olunacak kişidir yörükler. Onlar, dostlarına karşı sadece cömert davranmazlar aynı zamanda cesurdurlar. Hem cömert hem cesur olmak, her kula nasip olmayacak kadar yüce bir haslettir. Cömert adam, tüm malını mülkünü feda eder ama cesur adam canını verir dostu uğruna. İşte bu yüzden yörükler, hem cömerttir hem de cesurdur.
Bir yörük dostunuz varsa ve Toros Dağları’ndaki çadırına ansızın varacaksanız nelerle karşılaşacağınızı tahmin bile edemezsiniz. Toroslar’a tırmanırken ilk önce oksijen komasına girersiniz, taşlı yollardan gitmek zorlaşınca otomobilinizi bir kenara bırakırsınız ama kapıları kilitleme gereği duymazsınız ve yaya olarak yola koyulursunuz, ileride bir yeşillik görürsünüz ve merakınıza yenilip o tarafa yönelirsiniz. Çeşit çeşit çiçeklerin arasından süzülüp gelen suyu görünce dayanamaz ve ab-ı hayattan kana kana içersiniz. Tam “Ohh bee dünya varmış” demek için başınızı kaldırdığınızda kayalıkların arasında siyah bir çadır görürsünüz. Tez canlılıkla çadıra doğru giderken fabrikasyon ayakkabınız daha fazla dayanamaz ve bir kayadan diğer kayaya atladığınız anda yırtılır. Yeni aldığınız ayakkabının yırtılmasına aldırmadan yolunuza devam edersiniz ve çadıra yaklaştığınızda “Endeeeni bırak Hatça, Ateşi yak pıynar odunundan, karındaşım geleyo” sesini duyarsınız. Arkadaşınızın bir elinde bir filik (yumuşak tüylü ve eti lezzetli bir oğlak) bir elinde bıçak “Bismillah” demektedir. Siz ne olduğunu anlamadan filik kesilir, bir taraftan pıynar ateşinde kavurma; diğer taraftan pirzolalar saçın üzerine dizilir. Arkadaşınızın küçük kızı tulukta ayranı hazırlarken, büyük kızı da yufkayı pişirir. Hoşbeş etmeye başlamadan sofra hazırlanır, öyle masa filan yoktur toprakla aranızda keçi kılından yaptıkları bir çul vardır sadece. Yufka ekmeğinin içine pirzolayı yatırdığınızda şimdiye kadar yediğiniz etlerin saman tadında olduğunu anlarsınız. Bakır bardaktaki tuluk ayranını(keçi derisi içinde yapılan ayran) yudumladığınızda ise cennette olduğunuz hissine kapılırsınız. Hele bir de hiç tanımadığınız o kadınların etrafınızda pervane oluşlarını görünce utanırsınız kendinizden. “Acaba ben bu kadar hürmeti ve ilgiyi hak ediyor muyum ya da bu arkadaşım bana misafir olsaydı ben onun için ne yapabilirdim?” diye düşünürsünüz. Sonra güzünüzde canlandırırsınız o sahneyi. O gelseydi, büyük ihtimalle evime davet etmezdim, etsem bile evdekilerin yüzü asılırdı, en iyisi Starbucks’ta kahve ikram ederek ya da McDonald’sda McChicken söyleyerek durumu kurtarırdım diye düşünürken bir kez daha kendinizden utanırdınız. Çünkü o yörük arkadaşınızın askerde tam da kurşunların hedefindeyken kendisini Azrail’in kollarına atarak sizi nasıl kurtardığını ve bir merminin o sırada gözüne isabet ederek tek gözünü kaybettiğini hatırlarsınız.
Yörüklük böyle bir şeydir işte…
Tam da kardeşin kardeşe kıydığı, canını emanet ettiğinin canını aldığı, hainliğin geçer akçe olduğu bir zamanda yörüklere ve o kadim yörük kültürüne daha fala ihtiyacımı var sanki.
Hasan Karaboğa
- - - -