Ruh ve bedenden müteşekkil olan insana dair yapılan ve sürdürülebilir değer oluşturan faaliyetlere kısaca Sosyal Hizmet denilmektedir. Diğer bir deyişle ruhsuz bir beden, bedensiz bir ruh düşünülemeyeceği için Sosyal Hizmet de her iki alana yapılan tüm girişimleri kapsamaktadır. Sosyal Hizmet ve insan tarihine bakıldığında da bu iki alanın at başı olarak birlikte gittiği ve bu düşünce doğrultusunda harekete geçildiği fark edilecektir. Bununla birlikte tarihin belli dönemlerinde Sosyal Hizmet özelinde kırılmaların yaşandığı da ayrı bir durumdur. Özellikle Sanayi Devrimi öncesi devlet kontrolünde fakat gönüllü kuruluşlar (vakıf, dernek gibi) temelinde yürütülen Sosyal Hizmet, Sanayi Devrimi sonrası hızla gelişen teknoloji ve değişen yaşam tarzı karşısında kendini yenileyememiştir. Gönüllü kuruluşların kendini yenileyemeyişi, hızlı bir geçiş yaşamakta olan toplumların travmalarına çare olamama sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu sorunu çözmek ise zorunlu olarak devlete kalmış ve devlet farklı dinamikler geliştirerek gönüllü kuruluşların görevlerini üstlenmiştir. Bu zoraki görev değişimi, iki insan ömrü kadar devam etse de sonraki zaman dilimlerinde 2 büyük dünya savaşının yaşanması, kuraklık, ekonomik krizler vb. sebepler; 1970’lı yıllardan sonra devletlerin ekonomik gücünü sarsmıştır. Bu tarihten itibaren Sosyal Hizmet, belki de girmesi gerektiği kalıba girmiş ve devlet kontrolünde ama gönüllü kuruluşlar önderliğinde yapılmaya başlanmıştır.
 
Sosyal Hizmet tanımı ve tarihine kısaca değindikten sonra ülkemizdeki Sosyal Hizmet’in algılanışı ve uygulanışı araştırmayı fazlasıyla hak eden bir konudur. Ülkemizde Sosyal Hizmet, “Sosyal Yardım” olarak algılanmış ve maddi desteğin ötesine maalesef geçememiştir. Devletin büyük bütçeler oluşturarak birkaç bakanlık ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı aracılığıyla toplumun dezavantajlı kesimlerine dağıttığı bu yardımlar, adı üstünde Sosyal Yardım’dır. Başka bir ifadeyle devlet, yaptığı maddi yardımlarla toplumun belli bir kesimine balık vermeyi ya da balık tutmayı öğretmektedir. Oysa Sosyal Hizmet, Balıkçılık Endüstrisinde değişimi amaçlamaktadır. Diğer taraftan devletin Sosyal Hizmet adı altında ama sürekli yardım eksenli bir faaliyette bulunması insanın ruh boyutunu görmezden gelmesine sebep olmaktadır. Ruh boyutunun eksik bırakılması, karnı tok ve sırtı pek insanlar hedeflenmesi ise günümüzde sorunlu bir toplumu ortaya çıkarmıştır. Sorunlu toplumun ideal topluma dönüştürülmesinin din, ahlak, eğitim vb. araçları olduğu gibi diğer bir aracı da Sosyal Hizmet’tir.
 
1970’lı yıllardan sonra dünyada özellikle de Batı’da Sosyal Hizmeti veren kurumlarda devletten gönüllü kuruluşlara doğru bir değişim gerçekleşirken ülkemizde hala devletin ağırlığı fazlasıyla hissedilmektedir. Sosyal Hizmette devletin bu denli var oluşu, ekonomik olarak ciddi bir yükün altına girmesine ve sadece devlete ait bir görevmiş algısına sebep olmaktadır. Oysa devlet, Sosyal Hizmet’te düzenleyici ve denetleyici bir görev üstlenmeli ve belli oranda da finansal destek sağlamalıdır. Hizmeti üreten ve sunan gönüllüler ve gönüllü kuruluşlar olmalı ve bu yolla Sosyal Hizmet gerçekleştirilmelidir.
 
Kuvvetli bir inanış ve kadim bir geçmişe mensup olan bu coğrafyanın insanları, zaten içlerinde olan yardım duygusunu belli ölçüde muhafaza etmektedir. Geriye kalan ise Sosyal yardımın sosyal hizmete dönüştürülmesi ve bu dönüşümü gerçekleştirecek potansiyel bir gücün bulunmasıdır. Bu güç ise hiç kuşkusuz bu ülkenin gençleridir.
 
Türkiye’nin genç nüfus bakımından dünyanın önde gelen ülkelerinden bir tanesi olduğu ne kadar gerçekse genç nüfusu değerlendirememe konusunda geride kaldığı da o kadar açıktır. Özellikle Lise ve Üniversite eğitimi almakta olan gençlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok fazladır. Her yıl yapılan üniversite sınavlarına 2 milyonu aşkın öğrenci başvuru yapmakta ki bu sayı bazı devletlerin toplam nüfusundan bile fazladır. Burada asıl üzerinde durulması gereken konu ise sayının fazla oluşundan ziyade bu potansiyel gücün ne oranda ve nasıl kullanıldığıdır. Son yıllarda özellikle Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın öncülüğünde gerek KYK Yurtlarında gerekse Gençlik Merkezleri gibi kurumların bünyesinde gençlere yönelik takdir edilesi program/aktivite/etkinlik düzenlenmektedir. Bu programlarda genellikle bireysel gelişime dair tek taraflı bir aktarım söz konusu olmaktadır. Yani aktarım sürekli gençlere yapılmakta ve öğrencilerin kendilerini gerçekleştirebilmeleri aynı zamanda topluma kazandırabilecekleri değerler üzerinde fazla durulmamaktadır. Bu durum aslında bize ait kronik bir hastalık olarak da göze çarpmaktadır. Örneğin bir yaşlı(“tecrübeli” demek daha uygun bir ifade olacaktır.) bir engelli (“özel” demek daha haysiyetli bir ifadedir.)  insanın sürekli yardıma muhtaç olduğunu, acıyarak yardım edilmesi gerektiğini düşünür, onların da medeniyete ve topluma bir değer kazandırabileceğine ihtimal vermemekteyiz. Oysa bedensel engelli özel bir bireyin piyano çalması, yaşlı (tecrübeli) bir insanın hayata bakış açısını incelediğimizde asıl engelli olanların onlar değil bizler olduğu ortaya çıkacaktır. Aynı durum öğrencilere bakış açımızda da geçerlidir. Bizim gözümüzde öğrenci sürekli alan, eğitilmeye muhtaç konumdadır ve üniversiteden mezun olana kadar ondan bir değer beklenmesi doğru değildir. Oysa üniversite eğitimi almakta olan öğrenciler (aşağıda değinileceği üzere) topluma değer katma ve yaşanabilir bir ülke için müthiş bir potansiyele sahiptir.
Peki, sahip olunan bu potansiyel nasıl değerlendirilecek ve hayata geçirilecek? İşte bu sorunun cevabı da detaylı ve örnekli bir şekilde bir sonraki yazımda dile getirilecektir. Görüşmek üzere.
 
Hasan KARABOĞA